Milenyum öncesiydi. Kayseri Lisesi’nde lise birinci sınıftaydım. O zamanlar liseler üç yıldı ve bizim sınıf tam doksan kişiydi. Sıralarda üçer kişi oturuyorduk. Sınıf o kadar kalabalıktı ki, gürültüden ders işlemek çoğu zaman imkânsızdı.
Şiddet ise neredeyse eğitim yöntemlerinden biri gibiydi. Sene başında bir öğrenciye patlatılan tokat, bütün sınıfa yıl boyu yetecek bir gözdağı olurdu. Bugün bazıları, "Neden şikayet etmiyordunuz?" diye sorabilir. Oysa o dönem şikayet etmek kimsenin aklının ucundan bile geçmezdi. Eve gidip, “Hoca beni dövdü,” desen, “Ne halt ettin de hoca dövdü?” cevabını alır, bir de babandan dayak yerdin. Sınıfta sıraya dizilip toplu dayak yemek, ya da bireysel azar işitmek olağan sayılırdı.
Bizim sırada ben, Ahmet ve Murat oturuyorduk. Ben ve Ahmet uyumlu çocuklardık ama Murat tam bir fırlamaydı. Edebiyat dersine genç bir kadın öğretmen, Fatma Hanım giriyordu. Genellikle güler yüzlü, neşeli biriydi. Ama bir öğleden sonra sınıfa öyle bir girdi ki, hâlâ unutamam. Elinde kalın bir sopa vardı, gözlerinden adeta ateş saçıyordu. İlk cümlesi "Çıt çıkaranı gebertirim!" oldu.
Ne dediğini yaptı. Kim konuşursa, hızla yanına gidip sopayla dövüyordu. Sesler hâlâ kulaklarımda: çat, pat, küt... En çok konuşanı dövüyor, ama sıradakileri de es geçmiyordu. Sopayı sıraya indiriveriyordu.
O gün de Murat yine yapacağını yaptı. Bize dönüp sinsice sırıtarak, “Size dayak attırayım mı?” dedi. “Lan sus!” “Sakın!” dedik ama nafile. Sadece sırıttı. Derken hocayı çileden çıkaracak o cümleyi sınıfa savurdu.
Hoca döndü: “Kim dedi onu?”
Murat elini kaldırdı: “Ben.”
Hoca, orta sıraların arkasındaydı. “Bekle,” dedi. Topuklu ayakkabılarının sert sesiyle yaklaşırken, bizim kafamızda o meşhur sopa sesi canlanıyordu. Sonunda beklenen oldu: çat, pat, küt! Murat dayağını yerken biz sıramızı bekliyorduk, kurbanlık koyunlar gibi.
Sıra bize de geldi. Birer porsiyon dayağımızı yedik. Sonra sanki hiçbir şey olmamış gibi, ders kaldığı yerden devam etti.